Kursta
verilen bir başka ödev: “Bizi herhangi bir zamanda sıkıntıya sokan herhangi bir
şey ve o sıkıntılı anda hissettiklerimiz”. Yakın zamanda gerçekleşen bir olay
bana süper malzeme olmuştu.
Şaşkınlık
içinde bilgisayarımın ekranına bakakaldım. Yani ekran ekran olanı böylesine
şapşal bir bakışa maruz kalmamıştır. Nusret A.! Nusret A.’nın kim olduğunu
anımsamak için hafızamı zorlamama tabi ki gerek yok, ama en son 17 yıl önce
gördüğü birinden mesaj gelince, insan ister istemez afallıyor.
Bunu sadece
bir mesaj olarak algılamak zor. Köprünün altından öyle çok su akmış ki! Hiç
anlamamışımdır, insanlar yıllar öncesinin bir figürüne niye takılır? Yani zaman
zaman benim de aklıma gelir “bilmem kim ne yapıyor acaba?” diye ama hiçbir
zaman o kişiyi aramak, bulmak falan gibi kaygılar taşımam. Ne yaptığı ile gerçekten
ilgilendiğim insanlarla ilişkim zaten sürüyor.
Sanırım
birçok insan zaman zaman böyle girişimlerde bulunuyor. Karısıyla/kocasıyla
arası bozuk olduğu zaman, hayatını yoluna koyamadığını ve bütün trenleri
kaçırdığını düşündüğü zaman, aradığını bulamadığı zaman, bir sonraki adıma bir
önceki adımdan bir şeyler katamadığını fark ettiği zaman, hayatın anlamını
sorgulamak gibi altından kalkamayacağı işlere kalkıştığı zaman, o zaman bu
zaman, bu liste böyle uzar gider. Ama mutlaka tetikleyen bir durum vardır. Ve böyle
durumlarda da insanlar seçimlerini sorgulamaya başlıyorlar. Ne saçma! Sanki zamanı
geri saracak.
Folklöre
başladığımda 15 yaşımdaydım. Kursu Nusret abi veriyordu. Bizden 8, belki 10 yaş
büyüktü. Biz üç arkadaş -gerçi bütün ekip öyleydi de, özellikle biz üçümüz-
ördeğin peşinde bık-bık-bık dolaşan yavruları gibi Nusret abinin peşinde
dolaşıyorduk. Her şeyin en doğrusunu o bilirdi. Hep haklıydı. O ne derse
yapılırdı. Hatta ‘bir şey dese de yapsak’ durumundaydık. O bizim ‘Nusret abimiz’di.
Bu böyle 3 sene kadar sürdü. Üniversite falan derken folkloru bıraktık ama biz
üçümüz Nusret abiyle bağları koparmadık… Ta ki o meşum güne kadar.
Vallahi tam
olarak hatırlamıyorum, Nusret abinin evinde buluşacaktık da kızların işi mi
çıktı ya da ben boştum da “Nusret abiye bir uğrayayım” mı dedim, o mu beni
çağırdı, vallahi hatırlamıyorum. Neticede hatırladığım, onun evinde yalnızdık.
Güzel güzel laflarken bir şey oldu ve ‘abi Nusret’ ‘erkek Nusret’e dönüştü. Hafif
-gerçekten hafif, yoklama gibi- bir sarkma olayı yaşandı. O anda gerçekten ne
düşündüm, ne dedim, evden nasıl çıktım hatırlamıyorum ama çıktığımda canımın
çok sıkkın olduğunu gayet net hatırlıyorum. Korkmamıştım, beni incitmeyeceğini
biliyordum (o kadar da değil) ama feci bir hayal kırıklığı yaşamıştım. Hani nasıl
desem, çok saygı duyduğunuz, her türlü olumlu özelliği atfederek taaa en
tepelere koyduğunuz birinin, tuvalette klozete oturmuş, pantolonu ayak
bileklerinde, ıkınarak kaka yapmaya çalıştığına şahit olmak gibi bir şey. Büyük
bir hayal kırıklığı. Daha sonra benimle konuşmak ve özür dilemek için okula
gelmişti, ben de bunları aynen söylemiştim. Ondan sonra da bir daha görüşmedik
zaten.
Şimdi
baktığımda, durum o zaman göründüğü kadar vahim görünmüyor. Neticede bir an boş
bulunmuş olabilir. Fakat yanlış olan, benim onu nasıl gördüğümü, ona nasıl bir saygı
ve sevgi beslediğimi biliyordu ve ben, idolümün beni istiyor olmasının
yarattığı hazla, orada ona karşılık verebilir, onunla birlikte olabilirdim. Ona
aşık bile olabilirdim. Onun, tecrübeli ve yaşı da oldukça büyük bir erkek
olarak, bunları düşünmesi ve bu duruma gelinmesine hiç izin vermemesi gerekirdi.
Ben daha çocuktum. Yani tamam, 19 yaşında falandım ama o zamanların 19 yaşı
şimdinin 13-14 yaşı gibiydi. Makyajla bile 23 yaşımda tanıştım ben. Aynı
yaşlara kadar berbere sadece saç kestirmeye giderdim. Topuklu ayakkabı hala giyemem.
Bir kot pantolonu üstümüzde parçalanana kadar giyerdik, hatta yamalarla
destekler, ikinci kere parçalardık. Yokluktan değil, bir tane varken ikincisine
gerek olmadığını düşünürdük. İnsanlara aklımızı, zekamızı, yüreğimizi
göstermeye çalışırdık, şimdikiler gibi oramızı buramızı değil. Yani çocuktuk. Çocuktum!
Her neyse, sonuç
olarak o zamandan beri Nusret abiyle hiç görüşmedik. Bir ara evlendiğini duyduk,
sonra da unuttuk gitti. Çok uzun zamandır aramızda adı bile geçmiyordu. Eh, bu
şartlarda mesajı görünce şok olmam gayet normal, değil mi? Ne yapacağımı
bilemedim. Salağa yatıp “aaa Nusret abiciğim, nasılsın, iyi misin, senden haber
aldığıma ne kadar sevindim, neler yapıyorsun” falan gibi geyik mi yapsam yoksa
hiç oralı olmasam mı? Birinci şekilde davranırsam, acaba başıma bela olur mu? Öbür
türlü davranırsam, hala yıllar önceki olayın hesabını yapıyorum sanabilir.
Yukarıda “biz
üç arkadaş” diye bahsettiğim, diğer iki kişiden biri olan Nimet’i aradım.
- Bugün bana
bir mesaj geldi, tahmin et kimden?
- Nusret abi!
- …(!?)
- Aloo!
- Kızım sen
manyaksın!
- Mesaj
ondan mı geldi sahiden?
- Ay evet de,
şimdi bu durum olayın kendisinden daha ilginç oldu, Allah aşkına nereden aklına
geldi Nusret abi?
- Vallahi
bilmiyorum, o geçti içimden, eee, ne diyor peki?
- “Belki
hatırlanırız. Geçmişten bir merhaba… Nusret A.” diyor.
- …tir
deseydin.
- Öyle deme ya,
bir sürü de güzel şey paylaştık, olanlar benim için o kadar önemli değil de,
bunca seneden sonra herhangi bir şekilde tekrar bağlantı kurmak bana saçma
geliyor. Onun mutlaka hayatında yolunda gitmeyen bir şeyler var, boşanmış falan
bile olabilir, nostalji yapıyor. Cevap versem bir türlü, vermesem bir türlü! Ne
yapacağımı bilemedim.
- Dediğin
gibi boşandıysa falan, başına bela olabilir.
- Evet
olabilir.
Bu
konuşmanın da bana pek faydası olmadı. Yani Nimet’in önerisine uyarsam “…tir”
demem gerekir ki, bu pek içime sinmedi. Bir de kocama danışayım dedim. Onunla
konuştuk. “Aman saçmalama, niye başına bela olsun canım, üstünden neredeyse 20
yıl geçmiş, madem sana mesaj atmış, bence senin de cevap vermen gerekir. Bir
mesaj yaz yolla, ne olacak” dedi. Yok, bu öneri de içime sinmedi.
Aradan 2
hafta geçti, ne yapacağıma hala karar veremedim. Biraz daha oyalanırsam zaten
konu zaman aşımına uğrayacak, ben de otomatik olarak beraat edeceğim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder