Bir diğer ödevimiz:
“Karakter çizme: Kendimizi fiziksel-ruhsal-zihinsel olarak anlatacağız”
BİR BEN, BİR KENDİM
- Banu Hanım,
bu tam size göre!
Yerimden
sıçradım. Sesin geldiği tarafa döndüğümde müdürümün burnumun ucunda salladığı
kağıdı gördüm. Arkadaşımla sohbet havasında müdürümle konuşma havasına geçmem
biraz zaman aldı. Oldukça boş bakmış olmalıyım ki açıklama gereği duydu:
- Planlama’ya
adam arıyorlarmış. Siz ODTÜ mezunu değil miydiniz?
- Evet!?
- Hangi
bölümdü?
- Endüstri Ürünleri
Tasarımı
- Tamam işte,
bu tam size göre!
- Öyle mi?
- Tabi tabi,
hem dereceniz de artıyor, ben bunu imzalıyorum, üstünü doldurup yollayın siz…
Hadi bakalım,
al başına belayı! Sanki terfi isteyen oldu. Bu yazı benim elimden geçmişti de
hiç oralı olmadıydım ama, böyle gözüne sokulunca da görmezden gelemiyorsun.
(Çok büyük bir şirkette çalışıyorum, bir bölümün eleman ihtiyacı olduğunda, dış
alıma gidilmeden önce içerden gelen taleplere öncelik verilir, bir yazı
dolaşırdı “boş pozisyon” diye)
Ben burada
sekreter olarak işe başladım. Şef sekreteri. Şirkette sekreterlerin de bir
hiyerarşisi vardı: Genel Müdür sekreteri (Kraliçe gibi bir şey), Direktör
sekreteri (nedimeler), Müdür sekreteri (varlıklılar), Şef sekreteri
(marabalar). Ben iki şefin sekreterliğini yapıyordum. Yani maraba+ gibi bir şey. Bu seviyede bile yaptığım
iş o kadar basit değildi, idari işlerin yanı sıra fabrikayı dolaşıp haftalık üretim
raporlarını, ürün statülerini falan çıkarıyordum. Müdürümüzün sekreteri, yani
benim birlikte çalıştığım arkadaş, yani Ruhsar, ilk günler bana karşı son
derece temkinli davranıyordu. Sebebini sonradan öğrendim: Bir ay kadar önce iş
başvurumu yaptığım zaman, beni gezdirmek için fabrikanın içine almışlardı. O
ara annemi aramam gerekmişti. Annem ile konuştuktan sonra gelmişim, elimi “boş verin”
anlamında sallayarak “bırakalım şu gezmeyi tozmayı da, benim gitmem lazım”
demişim. Ruhsar ve oradaki herkes de “ahaa, hapı yuttuk” demiş. Ruhsar hala her
fırsatta bunu anlatır. Oysa daha sonra açıkladım hepsine, bir hafta sonra
evleniyordum ve annem bana telefonda gelinlik provamın öne alındığını
söylemişti. “Sonra evlenirim, şimdi fabrikaya gezmem gerekiyor” mu diyecektim
yani? Üstelik elimi kolumu öyle salladığımı kesinlikle, hala, reddediyorum.
Hakkımdaki
bu olumsuz yargılardan habersiz, bir ay sonra sevinçli bir telaş içerisinde işe
başladım. Sanırım işe başladığımın ikinci veya üçüncü günüydü. Ben daha önce
hiç bilgisayar kullanmamıştım, Ruhsar
bana sabırla, sonradan benim çıkartmam gerekecek olan, ürün statülerini falan
gösteren bir raporu nasıl update edeceğimi gösteriyor. Ben tabi düzenli
aralıklarla hata yapıyorum. En sonunda Ruhsar hafif sabrı taşmış, yumuşatmaya
çalıştığı sesiyle “onu öyle yapmayacağız ya, şu tuşa basacaktın” dedi. “Ben
seni denediydim” dedim, çok güldü, bu dakikadan sonra buzlar erimeye, her şey
yoluna girmeye başlamıştı.
Şeflerim çok
iyiydi, müdürüm çok iyiydi, Ruhsar ve çalıştığım, ilişkide bulunduğum herkes çok
iyiydi. Bunca iyilik arasında doğal olarak ortamımız da çok iyiydi. O kadar
keyifli çalışıyordum ki, insanlar şaşırıyordu. Fakat asıl darbeyi ODTÜ mezunu
olduğumu öğrendiklerinde yiyorlardı. İlk tepki her zaman “Senin burada ne işin
var?” oluyordu. Çünkü bir ODTÜ'lü olarak, orada sekreterlik yapıyor olmanın
bende yaratması gereken komplekse dair bir iz göremiyorlardı. Kimseye afra tafra
da yapmıyordum. Acaba uzaydan mı gelmiştim? Önceleri anlatmaya çalışıyordum,
üniversite okumak sadece meslek kazandırmaz insana, ufkun genişler, hayata
ilişkin fikirler edinirsin, düşünmeyi öğrenirsin, hayatına hakim olmayı
öğrenirsin, falan filan. Aslolan bunlardır. Ne yaptığının ne önemi var, sen
nasıl yaptığına bak! (Bir çaycımız vardı, Ali bey, günde iki kere, çay
saatlerinde çay arabasıyla kata gelirdi, yanına gidip çayımızı alırdık ama onun
arabasını ellemek, üzerinden bir şey almak, kendi kendine çay doldurmak falan
ne mümkün? Buna yeltenen olursa “Ben sizin masanıza karışıyor muyum” diyerek azarlardı
bizi, iyi mi? Bu yüzden, yani biraz azar işitmemek için ama esas olarak adamın
işine duyduğu saygıya duyduğumuz hayranlıktan, çay arabasının önünde uslu uslu
sıraya girer, Ali beyin bize çayımızı vermesini beklerdik.) Ayrıca, işe
girerken kimse beni kandırmadı, bana “Gel seni müdür yapacağız ama şimdilik
sekreterlikle idare et” demediler, kime neye tafra yapacağım? Mis gibi para
kazanıyorum, çok da keyifli ve huzurlu bir ortamım var, daha ne isterim ki?
Ha, bir de
mesleğim meselesi var. İnsanlar tasarımı dergilerde gördükleri güzel çaydanlıklardan
ibaret zannettikleri için, mesleğimin de bu olduğunu öğrenince hepten paralize
oluyorlardı. Anlatıyordum; Bir tasarıma başladığınız zaman o bitene kadar, daha
doğrusu işi teslim edene kadar geceniz, gündüzünüz, hafta sonunuz, arkadaşınız,
aileniz, çocuğunuz, eviniz, çarşınız, tatiliniz yoktur. Ben okurken, proje
dönemlerinde, gece yarısı birden uykudan uyanıp çizim masasının başına geçip detay
çözdüğümü bilirim. Çünkü gündüzden kafama takılmıştır, uyurken bir şekilde o
detayın çözümünü buluveririm ve unutmamak için hemen kalkıp kağıda dökmem
gerekir. Bölümü de iyi bir ortalamayla bitirdim ama bu işin bana göre olmadığına
da karar verdim. Kesinlikle 8-5 bir iş istiyordum. İşten çıktığımda kafamda
işle ilgili hiçbir şey olmamalıydı. Çünkü ben “bu gece ne yapsam, oraya mı
gitsem buraya mı gitsem, yoksa popomu yayıp televizyondaki filmi mi izlesem?”
diyebilmeyi seviyorum. Kendime, kocama, çocuğuma, arkadaşlarıma vakit ayırmayı
seviyorum. Seçeneklerim olmasını seviyorum. Eğer mesleğimi yapmaya kalksaydım,
böyle bir şansım olmazdı gibi geliyor. Gerçekten öyle mi olurdu bilemem ama
bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz, öyle değil mi? Neticede, ben bu kadar
sıkıntıya gelemem. Bunları ne kadar anlatsam da kimse beni anlamıyordu. Sonunda
istedikleri cevapları vermeye başladım; “Ya sormayın, n’apalım ekmek parası,
başka iş bulamadım” deyince insanlar rahatlıyorlardı, içlerinden “Neyse, salak
değilmiş” diyorlardı herhalde.
Bütün
bunlardan bir tek şey anlıyordum. Kimse, hep bahsettiğim şu “keyifli, huzurlu
ortam” dediğim şeyin ne büyük bir nimet olduğunun farkında değil. Ben bundan
önce çalıştığım yere sabahları küfür ederek gidiyordum. İşten ayrılmaya karar
verdiğim zaman babam “Kızım, bir iş bul öyle ayrıl” dedi. Ben de “İyi de baba,
burada mutsuzum, yani iş bulamazsam buraya mahkum mu olacağım? Verdikleri maaş
da bir şeye benzemiyor, onların verdiği parayı siz bana harçlık diye verirsiniz,
nasıl olsa bir iş bulurum, merak etmeyin” dedim. Bundan yıllar sonra, kocamın
çalıştığı yerde yönetim değiştiğinde çok gergin bir döneme girilmişti. O zaman
da, baktım koca elden gidiyor, ona “Ahmet’ciğim, gönlünden geçen ne ise onu
yap, eğer ayrılmak istiyorsan hemen ayrıl, cehennemin dibine kadar yolları var,
birkaç ay idare edebiliriz, o kadar zamanda da sen nasıl olsa bir iş bulursun, para
bulunur huzur bulunmaz” demiştim. Bu bir bakış açısı: Para bulunur huzur
bulunmaz.
Bütün
bunların üstüne müdürüm burnumun ucuna o yazıyı salladığı zaman haliyle çok
bozuldum. Ben halimden memnundum. Mutlu danalar gibi yaşayıp gidiyordum. O gün
sinir içinde eve geldim. Tabii ki bir acele kocamla kavga ettim, yatana kadar
suratım beş karış dolaştım. Ertesi sabah, her sabahkinden daha domuz gibi
kalktım. Ben sabah insanı değilimdir, sabahları bana günaydın demek bile risklidir, kocam bunu bildiğinden o
sabah ben evden çıkana kadar, başka bir deyişle fırtına geçene kadar yataktan
bile kalkmadı zavallım.
Gerginlik
içinde ve alnımdan terler damlayarak, ama gene de bütün olumlu düşüncelerimle yeni
bölümümde işe başladım. Doğal olarak bir süre çekingen çömez şeklinde dolandım.
Yeni iş, yeni yer, yeni insanlar. Hiçbirini de daha önceden tanımıyorum. Öyle
damdan düşer gibi kakara kikiri de yapılmıyor. Ben de artık tuvalete gidip
aynada kendi kendime komiklik yapıyordum. Uzun süre “ben fabrikamı istiyorum”
diye sayıkladım (yeni bölümüm fabrika binasında değil yönetim binasında idi)
ama oraya da alışmam uzun sürmedi. Baktım, benim açımdan değişen çok da fazla
bir şey yok. Fabrika kadar olmasa da, zaman içinde burada da çok güzel
ilişkiler ve sıcak bir ortam yakalamıştım. Anladım ki kerametin çoğu bende. Bu,
insana garip bir özgüven veriyor. “Ben,” diyorsun, “her yerde çalışabilirim,
her yeri kendime benzetebilirim.”
Ve son olarak çok sevdiğim bir söz: Seni öldürmeyen her şey güçlendirir.
Pek güzel anlatmışsın ben o günler yoktum burda biliyorsun, o yüzden hoşuma gitti...bırakalım fabrikayı dolaşmayı derken, elini sallamışsındır bence de:)
YanıtlaSil