12 Aralık 2018 Çarşamba

Kurs Notları - Bir Ben, Bir Kendim

Bir diğer ödevimiz: “Karakter çizme: Kendimizi fiziksel-ruhsal-zihinsel olarak anlatacağız”

BİR BEN, BİR KENDİM

- Banu Hanım, bu tam size göre!
Yerimden sıçradım. Sesin geldiği tarafa döndüğümde müdürümün burnumun ucunda salladığı kağıdı gördüm. Arkadaşımla sohbet havasında müdürümle konuşma havasına geçmem biraz zaman aldı. Oldukça boş bakmış olmalıyım ki açıklama gereği duydu:
- Planlama’ya adam arıyorlarmış. Siz ODTÜ mezunu değil miydiniz?
- Evet!?
- Hangi bölümdü?
- Endüstri Ürünleri Tasarımı
- Tamam işte, bu tam size göre!
- Öyle mi?
- Tabi tabi, hem dereceniz de artıyor, ben bunu imzalıyorum, üstünü doldurup yollayın siz…

Hadi bakalım, al başına belayı! Sanki terfi isteyen oldu. Bu yazı benim elimden geçmişti de hiç oralı olmadıydım ama, böyle gözüne sokulunca da görmezden gelemiyorsun. (Çok büyük bir şirkette çalışıyorum, bir bölümün eleman ihtiyacı olduğunda, dış alıma gidilmeden önce içerden gelen taleplere öncelik verilir, bir yazı dolaşırdı “boş pozisyon” diye)

Ben burada sekreter olarak işe başladım. Şef sekreteri. Şirkette sekreterlerin de bir hiyerarşisi vardı: Genel Müdür sekreteri (Kraliçe gibi bir şey), Direktör sekreteri (nedimeler), Müdür sekreteri (varlıklılar), Şef sekreteri (marabalar). Ben iki şefin sekreterliğini yapıyordum. Yani maraba+ gibi bir şey. Bu seviyede bile yaptığım iş o kadar basit değildi, idari işlerin yanı sıra fabrikayı dolaşıp haftalık üretim raporlarını, ürün statülerini falan çıkarıyordum. Müdürümüzün sekreteri, yani benim birlikte çalıştığım arkadaş, yani Ruhsar, ilk günler bana karşı son derece temkinli davranıyordu. Sebebini sonradan öğrendim: Bir ay kadar önce iş başvurumu yaptığım zaman, beni gezdirmek için fabrikanın içine almışlardı. O ara annemi aramam gerekmişti. Annem ile konuştuktan sonra gelmişim, elimi “boş verin” anlamında sallayarak “bırakalım şu gezmeyi tozmayı da, benim gitmem lazım” demişim. Ruhsar ve oradaki herkes de “ahaa, hapı yuttuk” demiş. Ruhsar hala her fırsatta bunu anlatır. Oysa daha sonra açıkladım hepsine, bir hafta sonra evleniyordum ve annem bana telefonda gelinlik provamın öne alındığını söylemişti. “Sonra evlenirim, şimdi fabrikaya gezmem gerekiyor” mu diyecektim yani? Üstelik elimi kolumu öyle salladığımı kesinlikle, hala, reddediyorum.

Hakkımdaki bu olumsuz yargılardan habersiz, bir ay sonra sevinçli bir telaş içerisinde işe başladım. Sanırım işe başladığımın ikinci veya üçüncü günüydü. Ben daha önce hiç bilgisayar kullanmamıştım,  Ruhsar bana sabırla, sonradan benim çıkartmam gerekecek olan, ürün statülerini falan gösteren bir raporu nasıl update edeceğimi gösteriyor. Ben tabi düzenli aralıklarla hata yapıyorum. En sonunda Ruhsar hafif sabrı taşmış, yumuşatmaya çalıştığı sesiyle “onu öyle yapmayacağız ya, şu tuşa basacaktın” dedi. “Ben seni denediydim” dedim, çok güldü, bu dakikadan sonra buzlar erimeye, her şey yoluna girmeye başlamıştı.

Şeflerim çok iyiydi, müdürüm çok iyiydi, Ruhsar ve çalıştığım, ilişkide bulunduğum herkes çok iyiydi. Bunca iyilik arasında doğal olarak ortamımız da çok iyiydi. O kadar keyifli çalışıyordum ki, insanlar şaşırıyordu. Fakat asıl darbeyi ODTÜ mezunu olduğumu öğrendiklerinde yiyorlardı. İlk tepki her zaman “Senin burada ne işin var?” oluyordu. Çünkü bir ODTÜ'lü olarak, orada sekreterlik yapıyor olmanın bende yaratması gereken komplekse dair bir iz göremiyorlardı. Kimseye afra tafra da yapmıyordum. Acaba uzaydan mı gelmiştim? Önceleri anlatmaya çalışıyordum, üniversite okumak sadece meslek kazandırmaz insana, ufkun genişler, hayata ilişkin fikirler edinirsin, düşünmeyi öğrenirsin, hayatına hakim olmayı öğrenirsin, falan filan. Aslolan bunlardır. Ne yaptığının ne önemi var, sen nasıl yaptığına bak! (Bir çaycımız vardı, Ali bey, günde iki kere, çay saatlerinde çay arabasıyla kata gelirdi, yanına gidip çayımızı alırdık ama onun arabasını ellemek, üzerinden bir şey almak, kendi kendine çay doldurmak falan ne mümkün? Buna yeltenen olursa “Ben sizin masanıza karışıyor muyum” diyerek azarlardı bizi, iyi mi? Bu yüzden, yani biraz azar işitmemek için ama esas olarak adamın işine duyduğu saygıya duyduğumuz hayranlıktan, çay arabasının önünde uslu uslu sıraya girer, Ali beyin bize çayımızı vermesini beklerdik.) Ayrıca, işe girerken kimse beni kandırmadı, bana “Gel seni müdür yapacağız ama şimdilik sekreterlikle idare et” demediler, kime neye tafra yapacağım? Mis gibi para kazanıyorum, çok da keyifli ve huzurlu bir ortamım var, daha ne isterim ki?

Ha, bir de mesleğim meselesi var. İnsanlar tasarımı dergilerde gördükleri güzel çaydanlıklardan ibaret zannettikleri için, mesleğimin de bu olduğunu öğrenince hepten paralize oluyorlardı. Anlatıyordum; Bir tasarıma başladığınız zaman o bitene kadar, daha doğrusu işi teslim edene kadar geceniz, gündüzünüz, hafta sonunuz, arkadaşınız, aileniz, çocuğunuz, eviniz, çarşınız, tatiliniz yoktur. Ben okurken, proje dönemlerinde, gece yarısı birden uykudan uyanıp çizim masasının başına geçip detay çözdüğümü bilirim. Çünkü gündüzden kafama takılmıştır, uyurken bir şekilde o detayın çözümünü buluveririm ve unutmamak için hemen kalkıp kağıda dökmem gerekir. Bölümü de iyi bir ortalamayla bitirdim ama bu işin bana göre olmadığına da karar verdim. Kesinlikle 8-5 bir iş istiyordum. İşten çıktığımda kafamda işle ilgili hiçbir şey olmamalıydı. Çünkü ben “bu gece ne yapsam, oraya mı gitsem buraya mı gitsem, yoksa popomu yayıp televizyondaki filmi mi izlesem?” diyebilmeyi seviyorum. Kendime, kocama, çocuğuma, arkadaşlarıma vakit ayırmayı seviyorum. Seçeneklerim olmasını seviyorum. Eğer mesleğimi yapmaya kalksaydım, böyle bir şansım olmazdı gibi geliyor. Gerçekten öyle mi olurdu bilemem ama bunu hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz, öyle değil mi? Neticede, ben bu kadar sıkıntıya gelemem. Bunları ne kadar anlatsam da kimse beni anlamıyordu. Sonunda istedikleri cevapları vermeye başladım; “Ya sormayın, n’apalım ekmek parası, başka iş bulamadım” deyince insanlar rahatlıyorlardı, içlerinden “Neyse, salak değilmiş” diyorlardı herhalde.

Bütün bunlardan bir tek şey anlıyordum. Kimse, hep bahsettiğim şu “keyifli, huzurlu ortam” dediğim şeyin ne büyük bir nimet olduğunun farkında değil. Ben bundan önce çalıştığım yere sabahları küfür ederek gidiyordum. İşten ayrılmaya karar verdiğim zaman babam “Kızım, bir iş bul öyle ayrıl” dedi. Ben de “İyi de baba, burada mutsuzum, yani iş bulamazsam buraya mahkum mu olacağım? Verdikleri maaş da bir şeye benzemiyor, onların verdiği parayı siz bana harçlık diye verirsiniz, nasıl olsa bir iş bulurum, merak etmeyin” dedim. Bundan yıllar sonra, kocamın çalıştığı yerde yönetim değiştiğinde çok gergin bir döneme girilmişti. O zaman da, baktım koca elden gidiyor, ona “Ahmet’ciğim, gönlünden geçen ne ise onu yap, eğer ayrılmak istiyorsan hemen ayrıl, cehennemin dibine kadar yolları var, birkaç ay idare edebiliriz, o kadar zamanda da sen nasıl olsa bir iş bulursun, para bulunur huzur bulunmaz” demiştim. Bu bir bakış açısı: Para bulunur huzur bulunmaz.

Bütün bunların üstüne müdürüm burnumun ucuna o yazıyı salladığı zaman haliyle çok bozuldum. Ben halimden memnundum. Mutlu danalar gibi yaşayıp gidiyordum. O gün sinir içinde eve geldim. Tabii ki bir acele kocamla kavga ettim, yatana kadar suratım beş karış dolaştım. Ertesi sabah, her sabahkinden daha domuz gibi kalktım. Ben sabah insanı değilimdir, sabahları bana günaydın demek bile risklidir, kocam bunu bildiğinden o sabah ben evden çıkana kadar, başka bir deyişle fırtına geçene kadar yataktan bile kalkmadı zavallım.

Gerginlik içinde ve alnımdan terler damlayarak, ama gene de bütün olumlu düşüncelerimle yeni bölümümde işe başladım. Doğal olarak bir süre çekingen çömez şeklinde dolandım. Yeni iş, yeni yer, yeni insanlar. Hiçbirini de daha önceden tanımıyorum. Öyle damdan düşer gibi kakara kikiri de yapılmıyor. Ben de artık tuvalete gidip aynada kendi kendime komiklik yapıyordum. Uzun süre “ben fabrikamı istiyorum” diye sayıkladım (yeni bölümüm fabrika binasında değil yönetim binasında idi) ama oraya da alışmam uzun sürmedi. Baktım, benim açımdan değişen çok da fazla bir şey yok. Fabrika kadar olmasa da, zaman içinde burada da çok güzel ilişkiler ve sıcak bir ortam yakalamıştım. Anladım ki kerametin çoğu bende. Bu, insana garip bir özgüven veriyor. “Ben,” diyorsun, “her yerde çalışabilirim, her yeri kendime benzetebilirim.”

Ama zannetmeyin ki bunlar size gümüş bir tepside sunuluyor. Bunu başarmak için hatırı sayılır bir emek ve enerji harcıyorsunuz. Ben insanlardan çok kendimle uğraştım, kendimi eğitmeye çalıştım ve hala da çalışıyorum. Bu sırada öğrendiğim en önemli şey de şu oldu: Hiçbir şey göründüğü kadar basit ya da göründüğü kadar karmaşık değil. Umulmadık bir şekilde baltayı taşa vurabiliyor veya “işte şimdi hapı yuttum” dediğiniz bir noktada da gene umulmadık bir şekilde hiç yara almadan işin içinden sıyrılabiliyorsunuz. 

Ve son olarak çok sevdiğim bir söz: Seni öldürmeyen her şey güçlendirir.

1 yorum:

  1. Pek güzel anlatmışsın ben o günler yoktum burda biliyorsun, o yüzden hoşuma gitti...bırakalım fabrikayı dolaşmayı derken, elini sallamışsındır bence de:)

    YanıtlaSil