Tarih 18 Mart 2015. Harika bir yerdeyiz, Fransa Alplerinde, Val D’Isere diye
bir kayak merkezinde. Hava geldiğimizden beri ilk defa güneşli. Kahvaltımızı
keyifle yapıp hemen hazırlanıp çıktık. Hava neredeyse sıcak, o kadar güzel. Her
zamanki piste gittik. Müthiş keyifliyiz.
İki kere kayıp kahve molası verdik. Sonra tekrar başladık kaymaya, bir, iki, üç, dört. Son bir kere daha kayıp yemeğe gidelim, sonra 1-2 kere daha kayıp şaleye döneriz, yorulduk, diye konuştuk. Bu arada liftlere her inişimizde diğerlerini beklerken Ahmet ikide birde “çok güzel, ay ne güzel, hava harika, ne güzel kayıyoruz, aman da aman, laylaylom” bilmem ne, diyip duruyor. Son defasında “sen bi sussana, nazarın değecek gene” dedim. Değer çünkü. Değdi netekim.
İki kere kayıp kahve molası verdik. Sonra tekrar başladık kaymaya, bir, iki, üç, dört. Son bir kere daha kayıp yemeğe gidelim, sonra 1-2 kere daha kayıp şaleye döneriz, yorulduk, diye konuştuk. Bu arada liftlere her inişimizde diğerlerini beklerken Ahmet ikide birde “çok güzel, ay ne güzel, hava harika, ne güzel kayıyoruz, aman da aman, laylaylom” bilmem ne, diyip duruyor. Son defasında “sen bi sussana, nazarın değecek gene” dedim. Değer çünkü. Değdi netekim.
Pist oldukça geniş, eğimi mükemmel, millet yemeğe gittiği
için kalabalık da değil, güzel güzel kayıyorum. Kadının biri pistin ortasında
duruyor. Yanında arkadaşı var, onunla konuşuyor. Ben bi sağ bi sol fren yapa
yapa iniyorum. Kadının arkasından geçsem dedim ama ben de kayak gurusu
olmadığımdan frenlerin arasını ayarlayamadım, kadın da nasıl olsa duruyor,
önünden geçerim, dedim. Kadının düşüncelerimden haberi olmamasını
anlayabiliyorum ancak harekete geçmeden önce kafasını 20 derece çevirip baksa
olmaz mıydı? Oradaydım. Burnunun dibinde. Batonları sapladı ve hareket etti. Aklımdan
geçen ilk düşünce “sıçtık” oldu, sıyırmaya çalıştım ama olmadı tabi. O anda
gördüğüm şeyleri parça parça hatırlıyorum, görüntüler zihnimde Picasso’nun
tabloları gibi, batonların birbirine geçmiş ucu, kadının irileşmiş gözleri, kar
pantolonu (fena değildi), gözlüğümün içinde kar (iyi bari, düşmedi), necefli
maşrapa, ve bir krak sesi (bu sesi duydum mu yoksa duymuş olmalıyım diye mi
düşünüyorum bilmem ama karın üstündeki uçuşum bitmeden “lanet olsun, kırıldı” diye
düşündüğümü gayet net hatırlıyorum). Bana bir takla 2 perende atmışım gibi
geldi ama gerçekte nasıl düştüğümü asla bilemeyeceğim. Son sahnede yüzüstü
karda kayıyordum. Sonunda durdum. Sağ ayağımdaki kayak çıkmıştı ama geç
çıkmıştı, muhtemelen bi tur döndürdü bacağımı. Kendimi doğrulttum, bacağımı
yanıma çekmeye çalıştım, arkaya doğru baktım, çarptığım kadın kendini oradan
oraya atıyor, bağırıp duruyor, “allah kahretsin, biçtim herhalde kadını” diye
düşündüm. O sırada Melek geldi. “Kayakları takabilecek misin” dedi. Yok, dedim,
kırıldı bacağım. Benim sesim çıkmayınca ihtimal vermemiş, şaşırdı. Arkadan
İlhami geldi, öbür ayağımdaki kayağı çıkardı, sağ bacağımı biraz çekip daha
düzgün bir pozisyona getirdi, ayağım tak diye garip bir açıyla düştü. Şunu
düzeltir misin dedim, düzeltti ama pek farkında değil durumun, “kırıldı mı
diyosun şimdi” dedi. Evet, dedim. Bu arada çarpıştığım kaltağın meğer omuzu
incinmiş, benim bacağımın kırıldığını ve sesimin çıkmadığını görünce utandı
herhalde, kesti sesini.
İlhami Melek’e Ahmet’i bulmasını, yardım getirmelerini
söyledi. Gelen geçen durup “iyi misiniz” diyor, bir tanesi kayakları çapraz
şekilde kara saplamamızı, yardıma gelen ekibin yerimizi daha rahat tespit
edeceğini söyledi. Usul böyleymiş. Bir de bi numara söyledi, İlhami orayı aradı
hemen. Sanırım 10-15 dk sonra arkasında bir sedye ile kayarak bi çocuk geldi.
Motorla değil yani, kayarak geldi. Önce
ayağımı sabitlediler, sonra beni sedyeye aldılar, Tutankamon gibi ellerimi de
çapraz yaparak güzelce paketlediler, kafamın üstüne doğru da gölgelik gibi bişi
çektiler, çocuk “bunu kapamak sorundayım, inerken karlar sıçrayarak seni
rahatsız edebilir, bununla bir sorunun olur mu?” dedi, yok, dedim, klostrofobik
değilim. Beni oradan aşağıya kayarak indirdi. Ben çok farkında değilim ama
bayağı dik yerlerden indirmiş beni, Ahmet’le İlhami’nin kıçı çıkmış adamı takip
edecez diye.
Sonunda indik. Bi ambulansa aldılar beni, oranın sağlık
merkezine götürdüler. Hemen röntgen çekildi. Kırık. İki kemik birden hem de. Buna
burada bir şey yapamayız, Bourg St Maurice’deki hastaneye nakledecez sizi,
dediler. İyi. Bu arada ağrı için morfin verdiler. Kız bana “morfine alerjin var
mı” dedi. Yoo, diyecektim, töbe töbe, “nereden bileyim” dedim. Neyse yaptılar
morfini, garip bişi, beynim karıncalanıyo gibi oldu, tuhaftı. Bu arada, şalede
birlikte olduğumuz ortopedist bi arkadaşımız vardı, o geldi, röntgene falan
baktı, yani bu şekilde ülkeye dönüp orada ameliyat da olabilirsin ama bence
burada olup bitsin, bu şekilde yolculuk çok zor olur falan dedi. Zaten oradaki
doktor da bu şekilde seyahat etmeme izin vermeyebilirmiş falan, neyse işte, ne
derlerse onu yapalım dedik.
Tekrar ambulansa koydular beni, bi yarım saat falan
gittik herhalde. Hastanede beni bi odaya aldılar. Birileri gelip gidip duruyor,
bişiler soruyorlar, ameliyat olacağımı söylediler, tamam, anastezist geldi, bin
tane soru sordu, morfinli kafayla ingilizcem gelişti, o tuhaf fransız aksanlı
ingilizcelerini bile anladım valla. Hepsini de cevapladım.
Sonra doktor geldi. Yani onun doktor olduğunu sonradan
anladım. Neyse, ayağımı aldı eline, anladım ki bot çıkacak, hafif bi panik
oldum, (bilmeyen varsa açıklayayım, kayak botları çok serttir ve normalde
bile giymek bir derttir çıkarmak ayrı dert). Ben hemen daha önce burnuma taktıkları
oksijen maskesinden sedatif verip vermediklerini sordum, evet dediler ama hiç
öyle gibi değil, ben sedatif etkilesin diye derin derin soluk alıyorum,
neredeyse maskeyi yalayacam, bi yandan da “hey durun, bi dakka, ben hala
herşeyi hissediyorum, bekleyin, hop, zup” diyesiye 4 kişi ayakkabıyı iyice açıp kırık
bacağımdan çıkardılar. Orada ilk defa ağladım. Çok canım yandı.
Sonra üstümü çıkardılar, hastane kıyafeti giydirdiler,
ayağımı koza gibi bişeye koyup sabitlediler ve servise çıkarıp bi odaya
koydular. Önce o akşam ameliyat olacağımı söylediler, sonra ertesi güne
kaldığını öğrendik. Bu hastane macerasının en boktan kısmı sürgü olayıydı.
Kadın geliyor, altıma sürgüyü koyuyor, yanıma da tuvalet kağıdını bırakıp
gidiyor. Neyse iyi kötü becerdim hepsini fakat sonrasında elini
temizleyemiyorsun. Ben her seferinde odanın duvarındaki dezenfektan sıvıyı
istediğimden, hemşire sonunda onu duvardan çıkarıp yanıma koydu. Pis bunlar,
yani istemesen elini temizlememende hiç bi sorun yok. Yanımda yatan kadının
mesela, hiç sorunu yoktu bu durumla. Gerçi kadının hiç bişiyle hiç bi sorunu
yoktu, her tarafı ortada, odaya giren çıkandan da hiç rahatsız olmuyor ama
benim kocam onun ve yakın çevredeki herkesin sülalesine yetecek kadar utandığı
için, namusu kurtuldu, haberi yok. Benim yatağım cam kenarında, yani kapıdan
giren, öbür kadının önünden geçip yanıma geliyor, Ahmet kapıdan girip yanıma
gelene kadar yürürken dikkatle duvarı inceliyordu fakat kadın o kadar rahat ve
doğal ki, Ahmet’in yaptığı daha dikkat çekici ve ayıp oluyordu sanki. Ben çok
edepliydim, hiç bi tarafımı hiç kimseye göstermedim, aslında hastane ortamında
benim de çok umurumda değil ama kocadan olabilirdim maazallah.
Beni taaa ertesi gün öğleden sonra 2buçukta ameliyata
aldılar. Bu saate kadar açtım. Neyse, ameliyathaneye inerken Ahmet, Emel,
İlhami beni neredeyse gözyaşlarıyla uğurladılar, tam Türk filmi gibiydi, sanki
beyin ameliyatına giriyorum. Ahmet’in bacağı kırıldığında 3 kere ameliyat
olmuştu, her seferinde de önceden ilaç verirlerdi, daha odadan çıkmadan
bayılırdı, bana bişi vermediler, bi an önce verseler de kendimden geçsem diye
beklerken epidural yapmazlar mı? Zift! Herşeyi duyuyorum, acı ve ağrı dışında
herşeyi hissediyorum. Morfini yiyip dişin çekilirken acıyı değil ama o itme
kakmayı hissedersin ya, aynı durum. Zaten marangozhanedeymişim gibi sesler
duyuyorum, ingiliz anahtarı tornavidaya çarpıyor gibi falan, tangır tungur,
sonra matkap sesi, bızzzt, bızzzt… Bu arada kulağıma da kulaklık koydular müzik
dinletiyorlar güya ama bütün dış sesleri de duyuyorum. Sonra yukarı odama
çıkardılar. Her ne kadar tamamen kendimden geçmesem de bi miktar etkilenmişim
herhalde, bana yarım saat falan gibi geldi, meğer 3buçuk saat aşağıda kalmışım.
Önce bu epidurala sinir olmuştum ama sonra çok rahat ettim,
yani o anesteziden uyanma sıkıntısını falan yaşamadım. Sonra doktor odaya
geldi, aynı gün müydü ertesi gün sabah mıydı bak onu tam hatırlamıyorum, aynı
gündü galiba. Bana 2buçuk ay hiç basmayacaksın demez mi? Ben ırkımı utandırmayarak
“hiç mi?” dedim. Adam iyileşmek istiyorsan basmayacaksın, dedi. Eskisinden daha
iyi olacakmış bacağım, yaşasın, maratona çıkabileceğim.
Doktora “ben artık çişimi bi kaba yapmak istemiyorum,
tuvalete gitmek istiyorum” dedim, dur bi sakin ol, fizyoterapist gelip seni
kaldıracak, dedi. Ancak fizyoterapist ta ertesi gün sabah geldi anasını
satayım, bu arada habire kolumdan serum bilmem ne verdikleri için normalde
gelmeyen sıklıkta çişim geliyor. Neyse, nihayet bi kız geldi, beni yavaş yavaş kaldırdı, kanedyen denen koltuk değneklerini
kullanmayı anlattı biraz, beni tuvalete götürdü, huzur içinde yaptım çişimi.
Birkaç saat sonra da taburcu olduk. Şale’ye döndük. Ayağımı uzatıp yarı oturur
yarı yatar vaziyette divana kuruldum. Ben farkında değilim ama hastanede bana
sürekli ağrı kesici veriyorlardı herhalde, onlar kesilince o gün biraz ağrım
oldu. Bu arada ayağım bir şişti ki, parmaklarımın arasına anca diş ipi geçer
yani, o raddede.
Cumartesi günü şaleden ayrılıp Lyon’a geçeceğiz. Sabah
Sinan bi pansuman yapalım, dedi. Sargıyı açtı, valla benim bile içim bi tuhaf
oldu, adam iki yandan bacağı boydan boya yarmış, bi tarafta 25cm, diğer tarafta
15cm falan yarık var. Buralardan kemiklere plakaları koymuş, güzelce kemiğe vidalamış, sonra
da etleri bitiştirip tel zımbayla tak tak zımbalamış. Alçı olmaması çok iyi
tabi, alçı ağırlığı yok ayağımda, alçının yapacağı sabitleme işini plakalar
yapıyor. Bu anlamda rahat ama gene de basmak yok.
Tatilin başından beri şale sakinlerinin de başına gelmeyen
kalmadıydı, Emel’in valizi kırıldı, bi grup motoru bozdu, birileri grip gibi
bişi oldu, birileri pistte birileriyle çarpışıp kaburgalarını zedeledi,
gruptaki tek çocuk Ömer’in kafasına lift çarptı, ben bacağımı kırdım, İlhami
kredi kartını kaybetti, artık bi terörist saldırı bekliyorduk, allahtan tatil
bitti.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder