30 Eylül 2016 Cuma

Kırık Bir Bacak Hikayesi

Tarih 18 Mart 2015. Harika bir yerdeyiz, Fransa Alplerinde, Val D’Isere diye bir kayak merkezinde. Hava geldiğimizden beri ilk defa güneşli. Kahvaltımızı keyifle yapıp hemen hazırlanıp çıktık. Hava neredeyse sıcak, o kadar güzel. Her zamanki piste gittik. Müthiş keyifliyiz.
İki kere kayıp kahve molası verdik. Sonra tekrar başladık kaymaya, bir, iki, üç, dört. Son bir kere daha kayıp yemeğe gidelim, sonra 1-2 kere daha kayıp şaleye döneriz, yorulduk, diye konuştuk. Bu arada liftlere her inişimizde diğerlerini beklerken Ahmet ikide birde “çok güzel, ay ne güzel, hava harika, ne güzel kayıyoruz, aman da aman, laylaylom” bilmem ne, diyip duruyor. Son defasında “sen bi sussana, nazarın değecek gene” dedim. Değer çünkü. Değdi netekim.

Pist oldukça geniş, eğimi mükemmel, millet yemeğe gittiği için kalabalık da değil, güzel güzel kayıyorum. Kadının biri pistin ortasında duruyor. Yanında arkadaşı var, onunla konuşuyor. Ben bi sağ bi sol fren yapa yapa iniyorum. Kadının arkasından geçsem dedim ama ben de kayak gurusu olmadığımdan frenlerin arasını ayarlayamadım, kadın da nasıl olsa duruyor, önünden geçerim, dedim. Kadının düşüncelerimden haberi olmamasını anlayabiliyorum ancak harekete geçmeden önce kafasını 20 derece çevirip baksa olmaz mıydı? Oradaydım. Burnunun dibinde. Batonları sapladı ve hareket etti. Aklımdan geçen ilk düşünce “sıçtık” oldu, sıyırmaya çalıştım ama olmadı tabi. O anda gördüğüm şeyleri parça parça hatırlıyorum, görüntüler zihnimde Picasso’nun tabloları gibi, batonların birbirine geçmiş ucu, kadının irileşmiş gözleri, kar pantolonu (fena değildi), gözlüğümün içinde kar (iyi bari, düşmedi), necefli maşrapa, ve bir krak sesi (bu sesi duydum mu yoksa duymuş olmalıyım diye mi düşünüyorum bilmem ama karın üstündeki uçuşum bitmeden “lanet olsun, kırıldı” diye düşündüğümü gayet net hatırlıyorum). Bana bir takla 2 perende atmışım gibi geldi ama gerçekte nasıl düştüğümü asla bilemeyeceğim. Son sahnede yüzüstü karda kayıyordum. Sonunda durdum. Sağ ayağımdaki kayak çıkmıştı ama geç çıkmıştı, muhtemelen bi tur döndürdü bacağımı. Kendimi doğrulttum, bacağımı yanıma çekmeye çalıştım, arkaya doğru baktım, çarptığım kadın kendini oradan oraya atıyor, bağırıp duruyor, “allah kahretsin, biçtim herhalde kadını” diye düşündüm. O sırada Melek geldi. “Kayakları takabilecek misin” dedi. Yok, dedim, kırıldı bacağım. Benim sesim çıkmayınca ihtimal vermemiş, şaşırdı. Arkadan İlhami geldi, öbür ayağımdaki kayağı çıkardı, sağ bacağımı biraz çekip daha düzgün bir pozisyona getirdi, ayağım tak diye garip bir açıyla düştü. Şunu düzeltir misin dedim, düzeltti ama pek farkında değil durumun, “kırıldı mı diyosun şimdi” dedi. Evet, dedim. Bu arada çarpıştığım kaltağın meğer omuzu incinmiş, benim bacağımın kırıldığını ve sesimin çıkmadığını görünce utandı herhalde, kesti sesini. 

İlhami Melek’e Ahmet’i bulmasını, yardım getirmelerini söyledi. Gelen geçen durup “iyi misiniz” diyor, bir tanesi kayakları çapraz şekilde kara saplamamızı, yardıma gelen ekibin yerimizi daha rahat tespit edeceğini söyledi. Usul böyleymiş. Bir de bi numara söyledi, İlhami orayı aradı hemen. Sanırım 10-15 dk sonra arkasında bir sedye ile kayarak bi çocuk geldi. Motorla değil yani, kayarak geldi.  Önce ayağımı sabitlediler, sonra beni sedyeye aldılar, Tutankamon gibi ellerimi de çapraz yaparak güzelce paketlediler, kafamın üstüne doğru da gölgelik gibi bişi çektiler, çocuk “bunu kapamak sorundayım, inerken karlar sıçrayarak seni rahatsız edebilir, bununla bir sorunun olur mu?” dedi, yok, dedim, klostrofobik değilim. Beni oradan aşağıya kayarak indirdi. Ben çok farkında değilim ama bayağı dik yerlerden indirmiş beni, Ahmet’le İlhami’nin kıçı çıkmış adamı takip edecez diye.

Sonunda indik. Bi ambulansa aldılar beni, oranın sağlık merkezine götürdüler. Hemen röntgen çekildi. Kırık. İki kemik birden hem de. Buna burada bir şey yapamayız, Bourg St Maurice’deki hastaneye nakledecez sizi, dediler. İyi. Bu arada ağrı için morfin verdiler. Kız bana “morfine alerjin var mı” dedi. Yoo, diyecektim, töbe töbe, “nereden bileyim” dedim. Neyse yaptılar morfini, garip bişi, beynim karıncalanıyo gibi oldu, tuhaftı. Bu arada, şalede birlikte olduğumuz ortopedist bi arkadaşımız vardı, o geldi, röntgene falan baktı, yani bu şekilde ülkeye dönüp orada ameliyat da olabilirsin ama bence burada olup bitsin, bu şekilde yolculuk çok zor olur falan dedi. Zaten oradaki doktor da bu şekilde seyahat etmeme izin vermeyebilirmiş falan, neyse işte, ne derlerse onu yapalım dedik. 

Tekrar ambulansa koydular beni, bi yarım saat falan gittik herhalde. Hastanede beni bi odaya aldılar. Birileri gelip gidip duruyor, bişiler soruyorlar, ameliyat olacağımı söylediler, tamam, anastezist geldi, bin tane soru sordu, morfinli kafayla ingilizcem gelişti, o tuhaf fransız aksanlı ingilizcelerini bile anladım valla. Hepsini de cevapladım.

Sonra doktor geldi. Yani onun doktor olduğunu sonradan anladım. Neyse, ayağımı aldı eline, anladım ki bot çıkacak, hafif bi panik oldum, (bilmeyen varsa açıklayayım, kayak botları çok serttir ve normalde bile giymek bir derttir çıkarmak ayrı dert). Ben hemen daha önce burnuma taktıkları oksijen maskesinden sedatif verip vermediklerini sordum, evet dediler ama hiç öyle gibi değil, ben sedatif etkilesin diye derin derin soluk alıyorum, neredeyse maskeyi yalayacam, bi yandan da “hey durun, bi dakka, ben hala herşeyi hissediyorum, bekleyin, hop, zup” diyesiye 4 kişi ayakkabıyı iyice açıp kırık bacağımdan çıkardılar. Orada ilk defa ağladım. Çok canım yandı.

Sonra üstümü çıkardılar, hastane kıyafeti giydirdiler, ayağımı koza gibi bişeye koyup sabitlediler ve servise çıkarıp bi odaya koydular. Önce o akşam ameliyat olacağımı söylediler, sonra ertesi güne kaldığını öğrendik. Bu hastane macerasının en boktan kısmı sürgü olayıydı. Kadın geliyor, altıma sürgüyü koyuyor, yanıma da tuvalet kağıdını bırakıp gidiyor. Neyse iyi kötü becerdim hepsini fakat sonrasında elini temizleyemiyorsun. Ben her seferinde odanın duvarındaki dezenfektan sıvıyı istediğimden, hemşire sonunda onu duvardan çıkarıp yanıma koydu. Pis bunlar, yani istemesen elini temizlememende hiç bi sorun yok. Yanımda yatan kadının mesela, hiç sorunu yoktu bu durumla. Gerçi kadının hiç bişiyle hiç bi sorunu yoktu, her tarafı ortada, odaya giren çıkandan da hiç rahatsız olmuyor ama benim kocam onun ve yakın çevredeki herkesin sülalesine yetecek kadar utandığı için, namusu kurtuldu, haberi yok. Benim yatağım cam kenarında, yani kapıdan giren, öbür kadının önünden geçip yanıma geliyor, Ahmet kapıdan girip yanıma gelene kadar yürürken dikkatle duvarı inceliyordu fakat kadın o kadar rahat ve doğal ki, Ahmet’in yaptığı daha dikkat çekici ve ayıp oluyordu sanki. Ben çok edepliydim, hiç bi tarafımı hiç kimseye göstermedim, aslında hastane ortamında benim de çok umurumda değil ama kocadan olabilirdim maazallah.

Beni taaa ertesi gün öğleden sonra 2buçukta ameliyata aldılar. Bu saate kadar açtım. Neyse, ameliyathaneye inerken Ahmet, Emel, İlhami beni neredeyse gözyaşlarıyla uğurladılar, tam Türk filmi gibiydi, sanki beyin ameliyatına giriyorum. Ahmet’in bacağı kırıldığında 3 kere ameliyat olmuştu, her seferinde de önceden ilaç verirlerdi, daha odadan çıkmadan bayılırdı, bana bişi vermediler, bi an önce verseler de kendimden geçsem diye beklerken epidural yapmazlar mı? Zift! Herşeyi duyuyorum, acı ve ağrı dışında herşeyi hissediyorum. Morfini yiyip dişin çekilirken acıyı değil ama o itme kakmayı hissedersin ya, aynı durum. Zaten marangozhanedeymişim gibi sesler duyuyorum, ingiliz anahtarı tornavidaya çarpıyor gibi falan, tangır tungur, sonra matkap sesi, bızzzt, bızzzt… Bu arada kulağıma da kulaklık koydular müzik dinletiyorlar güya ama bütün dış sesleri de duyuyorum. Sonra yukarı odama çıkardılar. Her ne kadar tamamen kendimden geçmesem de bi miktar etkilenmişim herhalde, bana yarım saat falan gibi geldi, meğer 3buçuk saat aşağıda kalmışım.

Önce bu epidurala sinir olmuştum ama sonra çok rahat ettim, yani o anesteziden uyanma sıkıntısını falan yaşamadım. Sonra doktor odaya geldi, aynı gün müydü ertesi gün sabah mıydı bak onu tam hatırlamıyorum, aynı gündü galiba. Bana 2buçuk ay hiç basmayacaksın demez mi? Ben ırkımı utandırmayarak “hiç mi?” dedim. Adam iyileşmek istiyorsan basmayacaksın, dedi. Eskisinden daha iyi olacakmış bacağım, yaşasın, maratona çıkabileceğim.

Doktora “ben artık çişimi bi kaba yapmak istemiyorum, tuvalete gitmek istiyorum” dedim, dur bi sakin ol, fizyoterapist gelip seni kaldıracak, dedi. Ancak fizyoterapist ta ertesi gün sabah geldi anasını satayım, bu arada habire kolumdan serum bilmem ne verdikleri için normalde gelmeyen sıklıkta çişim geliyor. Neyse, nihayet bi kız geldi, beni yavaş yavaş  kaldırdı, kanedyen denen koltuk değneklerini kullanmayı anlattı biraz, beni tuvalete götürdü, huzur içinde yaptım çişimi. 

Birkaç saat sonra da taburcu olduk. Şale’ye döndük. Ayağımı uzatıp yarı oturur yarı yatar vaziyette divana kuruldum. Ben farkında değilim ama hastanede bana sürekli ağrı kesici veriyorlardı herhalde, onlar kesilince o gün biraz ağrım oldu. Bu arada ayağım bir şişti ki, parmaklarımın arasına anca diş ipi geçer yani, o raddede.

Cumartesi günü şaleden ayrılıp Lyon’a geçeceğiz. Sabah Sinan bi pansuman yapalım, dedi. Sargıyı açtı, valla benim bile içim bi tuhaf oldu, adam iki yandan bacağı boydan boya yarmış, bi tarafta 25cm, diğer tarafta 15cm falan yarık var. Buralardan kemiklere  plakaları koymuş, güzelce kemiğe vidalamış, sonra da etleri bitiştirip tel zımbayla tak tak zımbalamış. Alçı olmaması çok iyi tabi, alçı ağırlığı yok ayağımda, alçının yapacağı sabitleme işini plakalar yapıyor. Bu anlamda rahat ama gene de basmak yok.

Tatilin başından beri şale sakinlerinin de başına gelmeyen kalmadıydı, Emel’in valizi kırıldı, bi grup motoru bozdu, birileri grip gibi bişi oldu, birileri pistte birileriyle çarpışıp kaburgalarını zedeledi, gruptaki tek çocuk Ömer’in kafasına lift çarptı, ben bacağımı kırdım, İlhami kredi kartını kaybetti, artık bi terörist saldırı bekliyorduk, allahtan tatil bitti.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder