25 Şubat 2017 Cumartesi

Anneler ve Kızları

Geçenlerde bir arkadaşım (aslında benden 15 yaş küçük ama pek sever sayarız birbirimizi) bana “Geçen gün kocamla Türk kadınlarının haklarından vazgeçmeye nassı bu kadar gönüllü olduklarını anlayamadığımızı konuşuyorduk. Bugün Oyuncu Anne yazmış
aşağıdakini. Sanırım anladım...” diye bir mesaj atmış. Oyuncu Anne bir blogger galiba ve aşağıdaki yazıyı facebook sayfasında paylaşmış:

“Öfkeliyim, kızım hiçbir şey yapmasa da orada durması bile bana yetiyor, öfkeme hakim olamıyorum.” Bunu geçen ay okudum. Buna benzer çok mesaj aldım. Bir kişiye verilmiş bir cevap değil, çok genel bir durum bu. Çünkü biliyorum ki, bunun yaşandığı çok ev var. Çünkü başka mesajlar geliyor sonra.
Ben size bir şey söyleyemem, şunu yapın diyemem, bir psikolog değilim, danışman değilim, hiç haddime değil. Diğer taraftan bir anne olarak o anneyle empati de kuramam. Çünkü kendi kızıma bakıyorum, diyorum ki, ‘kızım hiçbir şey yapmasa da orda durması bana yetiyor, şükürler olsun, Allah eksikliğini göstermesin.'
Ama evdeki o kızla empati kurabilirim. İnsan kahroluyor kendini onun yerine koyunca ama deneyin. Bir düşün bakalım, hiçbir şey yapmasan bile orada duruyor olman anneni sinirlendirmeye yetseydi ne hissederdin? Bir düşün, kazara yaptığın bir şey, ya da yaşının getirdiği bir huysuzluk, asilik, aksilik anneni durmadan kızdırsaydı, annen bunu anlamayıp sana bağırsaydı ne hissederdin? Bir düşün, her fırsatta odasına kapanan, sevilmeyi bekleyen kız çocuğu sen olsaydın? Birbiriyle sıcacık bir ilişki yakalamış bir anne kız gördüğünde kendini nasıl eksik hissederdin?
Sonra başka bir mesaj okuyorum. Canımın içi, büyümüş, meslek sahibi olmuş, diyor ki ‘abla annem beni küçükken hiç sevmedi, hep itti beni, şimdi ben de onu sevmiyorum, çok yalnızım, bu duyguyla baş edemiyorum, ya kızım olursa ben de onu sevmezsem…’
Konuşacak, yazacak, anlatacak çok şey var sevilmeyen çocuk adına, ama kısa yazacağım: Şu güzelim dünyada, evlat bile bile bir başına bırakılmaz, yazıktır.

Arkadaşıma şöyle bir cevap yazdım;

Oyuncu Anne’nin yazısını okudum. Merak ettiğim, en baştaki “öfkeli” alıntı ne kadarlık bir yazının alıntısı? Yani cümle bu haliyle gerçekten vahim görünüyor ancak daha uzun bir yazı içinden alındıysa, yazının bütününü görmek gerek. Kızına her baktığında mı öfkeleniyor (böyleyse zaten yakında öldürür o çocuğu) yoksa bir olay olmuş da onu mu sindirmeye çalışıyor, ki böyle bir şey yaşamadığını söyleyen “ben ömrümde çocuğuma 1 kere bile öfkelenmedim” diyen anne yalan söylüyordur bence. Neticede, ilk cümle, oyuncu annenin algıladığı şekilde bir durumu ifade ediyorsa, şunu belirtmek isterim ki, hiçbir Türk anne kendini bu açıklıkta ifade etmeye cesaret edemez, eğer ediyorsa da “bu yönüyle” takdir edilmelidir bence.

Trafiğe çıkmak için ehliyet verilirken, çocuk sahibi olmaya ehil olup olmadığımıza kimse bakmıyor. Tabi böyle bir “onay” sürecinin, bireysel özgürlük, ahlaki, etik, sosyolojik, psikolojik, demokratik, tik, tik, tik vb. bir sürü çerçevede incelenmesi gerekir, bunun sonucu da tek tip çocuğa gider, o ayrı, bununla ilgili distopik romanlar, filmler var, pek iyi sonuç vermiyor genelde. Bana göre, mevcut durumun olumsuzluklarını yok etmenin en iyi yolu eşit eğitimden geçer ve zaten bizim de “eğitimde birlik” diye bir kanunumuz var, yani vardı, hala var mı bilmiyorum. Varsa da uygulanmıyor zaten.

Biraz dağıttım konuyu, neyse gelelim haklarından vazgeçmeye gönüllü Türk kadınları ile sevgisiz büyüyen kız çocukları bağlantısına (bu arada, sadece kadınlar değil, bütün toplumcak bir çok haklarımızdan vazgeçtiğimizi de belirtmem gerek).

Sevgisiz büyüyen çocuklar yeni bir şey değil, her zaman böyle kayıp bir güruh vardır maalesef, tinerciler, uyuşturucu/alkol bağımlıları, çeteciler, anne-babasını öldürenler, evden kaçanlar, vb. Bunların çoğunun kök sorunu sevgisizlik ve/veya ilgisizlik. Bağğzı güç odakları, bu çocukların/yetişkinlerin bu eksikliğini doldurdu ve yönlendirdi. Bunda garip bir şey yok, bir boşluk varsa birileri onu doldurur, hele bir de bilinçli ve sistematik yapılırsa nerelere vardığını yaşıyoruz hep beraber. Sevgiye aç bir çocuğa ya da sevgiye aç büyümüş bir yetişkine, sevileceğini veya saygı duyulacağını veya sözünün dinleneceğini düşündürürseniz her istediğinizi yapar, Maslow’un Gereksinimler Hiyerarşisi’nde bile yeri var bunun, 4.sırada. Asıl garip olan gayet iyi yetişmiş eğitimli kadınların bunu yapması, birilerinin kuyruğuna takılıp gitmesi. Bunlar da nemalanan takım, onların sebebi de bu bence. Ve hiç birinin oturup “ben bu şekilde aslında gönüllü olarak haklarımdan vazgeçiyorum” falan diye düşündüğünü sanmıyorum, bir çoğu daha doğru olduğuna gerçekten inanıyor. Buna inanmadığı halde, nemalandığı için bunu yapan ikiyüzlüler ise benim midemi bulandırıyor yeminle.  

Ayrıca, sevgisiz büyüyen ama toplumsal/kültürel değerlerine sahip çıkan, elindeki haklar için savaşan son derece düzgün bir sürü insan olduğu gibi, gayet sevgiyle büyüyen ama bunun tam tersi davranan insanlar da var.

Güçlü bir sosyal devlette bütün hakları güvence altına alınmış sevgisiz büyüyen çocuk da yolunu bulur ama, nerdeeee…

Özetleyecek olursak, bence, haklarından vazgeçmeye gönüllü Türk kadınları ile sevgisiz büyüyen kız çocukları arasında çok direkt bir bağlantı yok.

Genel olarak Oyuncu Anne’nin yaklaşımını da biraz teatral buldum. Bizim kuşak da ergenlikte öyle çok fazla anlayış falan görmüş bir kuşak değil, ne yaşadığımızı bile tam anlamadan geçti gitti. Bu konuda Gülse Birsel’in “Ergeni Mıncırsak Olmaz Mı?” yazısı bence primadır.

Yazarken bir sürü şey geliyor aklıma da, daha fazla uzatmayım.

Benim yazıma arkadaşımın cevabı çok doğru bir tespit içeriyor (benimle ilgili olan kısmı değil, yani o kısmı da tabi ki doğru da, asıl facebook ve whatsapp ile ilgili olanı söylüyorum). Cevap şöyle;

Banu Hanım,
Tabii ki saygılarımı sunuyorum size. Deriiinn, çok deriiiin bir konuda işin, dişin kavuğuna gitmeyecek bir boyutu ile başlayan bir tartışmayı kısaca ama olabildiğince bol açıdan irdelemişsiniz. 
Facebook ve whatsapp boyutunda tutulduğunda -ki topluma bu kadarı yeterli artık- anca o kadar çözülebiliyor mevzular işte.
Teşekkürler :)

Merak edenler için Gülse Birsel’in yazısı:

EMO: Ergeni Mıncırsak Olmaz mı?! 

Gülse Birsel

Hep söylüyorum, biz çocukken midemiz bulanınca ekmek yedirirlerdi, grip "Yatınca geçer,"di, başın ağrıyorsa "Çocukların başı ağrımaz," denirdi, uykun kaçıyorsa "Oyuncaklarını düşün, güzel rüyalar görürsün," şeklinde konu halledilirdi! Okuma yazmayı öğrenemiyorsan ya "Tembel,"din ya "Yavaştan, sağlam sağlam öğreniyor,"dun! Hüzünlü bir çocuksan "Yazar olacak herhalde," derlerdi, yerinde duramıyorsan, etrafa saldırıyorsan bir tane çakarlardı, susup otururdun. Kanaatimce pedagojinin zirve yaptığı yıllardı o yıllar. Çünkü sonra sonra, koşup oynadıktan sonra öksüren çocuk 'astım başlangıcı', okuma yazmayı zor söküyorsa 'disleksik', hüzünlüyse 'depresif', aşırı hareketliyse 'hiperaktif' diye nitelendirilmeye başlandı ve o sinameki yetiştirilen tipsizler şimdi büyüdüler! O kadar ilgi alaka sonrası ola ola ne oldular? Emo! Emo ne? Hani beş altı yıldır etrafta saçlarını gözlerinin tekini kapatacak şekilde öne öne tarayan, miskin görünüşlü, asık suratlı, beti benzi atmış, sıska, dar pantolonlu, converse'li, siyah ojeli ergenler var ya... Taksim'de kaldırımlarda filan oturuyorlar. Aha onlar Emo! Emo kelimesinin emotional'dan (hissi) geldiği, bu yavruların pek bunalımlı pek güvensiz ve duygusal olduğu, topluma uyum sağlayamadıkları için böyle takıldıkları söyleniyor. Bizim zamanımızda punk vardı ya, onun gibi bir akım, ama bir halta yaramayanı!

HERKESİN KEYFİNİ KAÇIRDIM
Ay kıyamaam! Zamanında, kendi ergen yıllarımda bu akım daha dünyada yokken 10 gün emo takılmışlığım vardır! Kafam neye bozuktu hatırlamıyorum ama o 10 gün, üstelik de yaz tatilinde, evin o köşesinden bu köşesine oflaya poflaya nemli gözlerle dolaştım. Saçımı taramadım, denize gitmedim, sohbetlere katılmadım, tebessüm bile etmedim. Akşamları karabasan gibi yemek masasına çöküp herkesin keyfini kaçırdım. Bir akşamüstü, balkonda otururken annem "Ne bu surat her gün, senin derdin ne kızım aaa," şeklinde pedagojik bir açılım yaptı. "Sıkılıyorum... Hayat çok anlamsız," cevabımın üzerinden sanırım birkaç saniye geçmişti ki acı ve can havliyle bir metre havaya sıçradım. Annem, her Türk annesinin uzmanı olduğu 'mıncırma' hamlesini oldukça sert ve uyarısız gerçekleştirmişti. Mıncırma, malumunuz evlat artık poposuna terlikle vurulmayacak kadar büyüdüyse, ancak tekdir ile de uslanmıyor ve hakkı kötekse kullanılan, konu komşu, bitişik ev duyar ihtimaline karşı avaz avaz bağırmak yerine geçen bir terbiye şeklidir. Tercihen bel veya bacak bölgesinden bir alan seçilir, elle kavranır ve et, 180 derece çevrilir! Hemen ardından, daha acım ve şaşkınlığım hüküm sürerken, annem kısık sesle, yüzünü yüzüme yaklaştırarak "Alırım ayağımın altına," diye başladı ve "Karnın tok sırtın pek! Aklını başına topla! Sıkılıyorsan da git bakkala evin alışverişini yap, sonra da gel yemek kitabından bir kurabiye pişir, akşam misafir var, hadi yallah," şeklinde bitirdi!

NE DERDİM KALDI NE DE TASAM
Malumunuz eti mıncırılan ergen olay yerinde fazla kalamaz, mıncırandan tırstığı için kendisine yalakalık yapar, arzu ettiği aktiviteleri gerçekleştirir. Mıncıran mutlu, mıncırılansa artık efendi bir insandır! Aynen öyle oldu. Mıncırma sonrası ne derdim kaldı ne tasam! Emo'luğum o gün bitti, bu yaşa kadar da hep mutlu mesut, uyumlu, üretken biri olarak yaşadım. Şimdinin sokakta bira içen, gelen geçenden ihtiyacı var diye değil, hayat tarzı sandığı için para dilenen, dünyanın bütün derdi sırtındaymış gibi davranıp, bunalım takılıp bir işin ucundan tutmayan emo'larının başında, bizim zamanımızın anne babaları olacaktı ki. Ohoo. Muma dönerdi hepsi! Bir kere her şeyden önce bütün o yüzü gözü saçla kaplı eşek herifleri bir eşek tıraşına götürürlerdi, kesin! Ülkenin gençlerine bak. Tarikat yurtlarında yetiştirilen çocuklar, polise atsın diye eline taş verilenler, bir de emo'lar! Gelecekten çok umutluyum!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder